18 Nisan 2016 Pazartesi


Tarihi Çıkrıkçılar Yokuşu zamana direniyor

Ankara’nın tarihi pazar yeri olan Çıkrıkçılar Yokuşu, tarihten günümüze özgün ve geleneksel dokusunu koruyor. Değişen yaşam koşullarına rağmen çarşı otantik olma özelliğini sürdürmeye devam ediyor. Tarihi çarşının esnafı, Ahilik geleneğini nesilden nesille aktarıyor. Çarşıya alışveriş için gelen insanlar, iğneden ipliğe her ihtiyacını çarşıda karşılıyor. Çıkrıkçılar Yokuşu’nun tarihini, esnaf ilişkilerini ve işleyiş şeklini yıllardır çarşıda esnaflık yapan Ahmet Başçı ve Banu Akkuzu ile konuştuk.
Bülent KÜL
Ulus Semti’nde bulunan Çıkrıkçılar Yokuşu, Ankara Tiftik Keçisi'nden elde edilen yünün çıkrıklarla eğrilip kumaş dokunan tarihi çarşısı. Dar sokakların ve renkli evlerin bulunduğu çarşıda sizleri tarihin yaşam izleri karşılıyor. Güler yüzlü esnafı ve alışveriş mozaiği ile insanlara ilginç ve renkli bir görüntü sunan çarşı, alışveriş merkezlerinin tek fiyat uygulaması ve rekabetine karşın her bütçeye uygun ürünleri ile Ankaralılar'ın gözde mekânları arasında olmaya devam ediyor. Çıkrıkçılar Yokuşu esnafı arasında Ahilik geleneği sürdürülüyor. Tarihi dokusunu koruyan Çıkrıkçılar Yokuşu, adeta bir açık hava müzesi. Çarşının sokakları, sokakta icra edilen mesleğe göre isim alıyor. Nalbantlar, Kavaflar, Saraçlar, At Pazarı ve Çıkrıkçılar gibi farklı sokak isimleri ile anılıyor ama yaşam standartlarının farklılaşması ile birlikte bu meslekler zamanla önemini kaybediyor. Birçok kez yangın olayı ile karşılaşan Çıkrıkçılar Yokuşu ayakta kalmaya devam ediyor.
Sabah saatlerinde çarşıya girdiğimizde yukardan aşağıya, aşağıdan yukarıya yürüyen bir insan selinin olduğunu görüyoruz. İnsan sesleri arasında çarşıya doğru ilerliyoruz. Alışverişten sıkılan çocukların annesinin kolunu çekiştirmesi gözden kaçmıyor. Kalabalık arasında pazarlık yapan müşteri ile esnaf arasında ki diyaloglar dikkatimizi çekiyor. Yokuşa yukardan baktığınızda sağda ve solda sıra halinde dizilmiş sayısız dükkân ve mağazaları görebilirsiniz. Sokak ortasında seyyar simit satıcıları ve geleneksel kıyafetleri ile mesir macunu satanlarla karşılaşıyorsunuz. Dükkânların önüne açılan tezgâhlarda sayısız ürün sergileniyor. Seccade, şal, yazma, oya, şalvar, çeyiz sandığı, perde, duvar halıları, nişan - düğün kıyaftleri, gelinlikler ve damatlıklar gibi yüzlerce ürün var. Ürünler, farklı renkleri bir arada taşıyor. Çarşının rengârenk görüntüsü insanda “Bugün bayram mı acaba?” hissini uyandırıyor. Tarihi çarşı, birbiriyle kesişen sokakları ve pasajları ile bir labirenti andırıyor. Birbirine benzeyen sokakları karıştırıp tekrar gezme olasılığınız yüksek. Yokuştan aşağı yavaş yavaş iniyoruz. Dükkân kapısında bekleyen esnaflar, müşterileri dükkâna davet ediyor ve “Bir şey almasanız da bir çayımızı için” diyerek misafirperver olduklarını gösteriyor.
Çocukluğundan beri Çıkrıkçılar Yokuşu’nda esnaflık yapan Ahmet Başçı çarşının tarihine tanıklık edenlerden. Başçı, geçmiş günleri yâd edip hatırladıklarını dili döndüğünce bizimle paylaşıyor. Esnaflığın aileden gelen bir gelenek olduğunu dile getiren Başçı, “Kendi neslimde beşinci kuşağım. Elden ele giden bir bayrak yarışı. Bu bayrak yarışını bırakmak istemediğim için esnaflığa devam ediyorum” diyor. Başçı, Çıkrıkçılar Yokuşu’nun adını nasıl aldığını şöyle dile getiriyor:
“Eskiden her sokağın ayrı bir adı vardı. Bu sokakta Ankara Tiftik Keçisi'nden elde edilen yün, çıkrıklarla eğrilip kumaş elde ediliyordu. Sokak ismini çıkrıktan aldı. Her sokak yaptığı meslekle anılırdı. Saraçlar, Kavaflar ve Nalbantlar gibi farklı sokak isimleri vardı. Yaşam şartlarının değişmesiyle bu meslekler ortadan kalktı. Her çeşit esnaf çalışmaya başladı. Genel olarak ‘Çıkrıkçılar Yokuşu’ denmeye başlandı.”
1900 yılların başlarında bu çarşıda çalışanların Ankara’nın yerlileri olduklarını söyleyen Başçı, sözlerine şöyle devam ediyor:
“Ankara’nın başkent olması ile Ankara’ya göç dalgası başladı. Ankara dışından gelen insanlar da burada esnaflık yapmaya başladı. Özellikle kaza ve köylerden gelenler oluyordu. Yukarıda at pazarının olduğu yerde salı pazarı kurulurdu. Kaza esnafları kazalarında ürettikleri ürünleri getirirdi. Örneğin Kızılcahamam’da pirinç üretilirdi. Kızılcahamamlılar, pazartesi gecesi Ankara’ya gelirdi. Salı sabahı pazarda pirinçlerini satardı. Sattıkları pirincin parasıyla çarşıdan farklı ürünler alırlardı. Salı akşamı tekrar Kızılcahamam’a dönerlerdi. Beldelerinde ürettikleri malları burada satarlar. Buradan aldıklarını da kendi beldelerinde satarlardı. Böyle bir ticaret alışkanlığı vardı. Bir dönem böyle gelip geçti. O dönemin arkasından satış işlemi de bitti. Sadece mal almak üzere gelip gitmeye başladılar. O dönemde gelip geçti. Çünkü mağazalar taşraların ayağına gitmeye başladı. Ticaretin son şekli bu hale geldi.”
“İnsanlarda her şeyi ben kazanayım hırsı yoktu”
Esnaflar arasındaki ilişkilerin eskiden daha sıcak olduğunu dillendiren Başçı, “İnsanlar birbirilerine yardımcı olurdu. Maddiyatçılık çok fazla yoktu. Herkes herkesin derdine koşardı. Elinden geldiğince yardım ederdi. İnsanlarda her şeyi ben kazanayım hırsı yoktu. Esnaf, ‘Ben bugün siftahımı yaptım nafakamı aldım’ derdi.  İnsanlar şimdi daha bencil. Maddiyat daha çok önem kazandı. Maddiyatın önem kazanmasıyla birlikte esnaf arasındaki ilişki de bozuldu, çöktü. Eski sıcak samimi ilişkiler ve yardımlaşmalar kalmadı” diyerek esnaf arasındaki ilişkilere üzüldüğünü belirtiyor. Tarihi çarşının birçok kez yangın olayı ile karşılaştığını kaydeden Başçı, yangınların çarşıyı ve esnafı nasıl etkilediğini şöyle anlatıyor:
“Hatırladığım ilk yangın Ayakkabıcılar Çarşısı'nda çıktı. Çarşı tamamen yandı. Saraç içlerinde de ciddi yangınlar oldu. Bu yangınlarda ortaya çıkan hasar giderilene kadar müşteri girişi aksamaya başladı. Esnaf zarar gördü. Örneğin yukarı taraf yanmışsa aşağıdan ancak müşteri girebiliyordu. Yukardan gelen müşterinin ayağı kesildi. Mesela esnaf arasında alacak verecek ilişkileri oluyor. Alacağı olan esnaf, diğerinin dükkânı yanmışsa alacağını alamaz durumuna düşüyor. Türk sigortacılık sistemi böyle mekânlara sigorta yapmıyor. Sigortacı gelip bakıyor eski ahşap bir yapıysa ne binaya ne de içindeki mala sigorta yapmıyor. Sigorta yapılmadığı için yangınlar esnafa ekonomik açıdan ciddi darbeler vuruyor.”
“İnsanların pazarlık etme alışkanlığını ihtiyaç olarak karşılıyoruz” diyen Başçı, “Alışveriş merkezlerinde her ürünün tek fiyatı var. İnsanların aldatılmaması açısından tek fiyat uygulaması güzel bir fikir. Biz de zamanında çarşı esnafı olarak tek fiyat uygulaması yapalım dedik. Bu seferde insanların pazarlık etme arzu ve istekleri ortadan kalkıyor. İnsanlar için pazarlığın bir ihtiyaç olduğu kanısına vardık. İnsanlar bu mücadeleyi vermek istiyor. Bundan dolayı eski usul alışverişe devam etme kararı aldık. Bunun avantajlı ve dezavantajlı tarafı da var. İnsan psikolojik olarak pazarlık yapınca rahat hissedebiliyor. Ama dezavantaj olarak tüketiciye mal tedarikinde farklı fiyatlar ortaya çıkabiliyor” diye konuşuyor. Kaleye giden çok farklı ana yolların olduğuna dikkat çeken Başçı, “Bu yollardan ancak bir tanesi buradan geçiyor. Kaleyi görmek için gelen bir insanın Çıkrıkçılar Yokuşu’nu görmesi biraz zor. Çevreyi dolaşayım ne var ne yokmuş diye bir bakayım düşüncesiyle çemberi genişlettiğinde Çıkrıkçılar Yokuşu’nu görüyor. Çıkrıkçılar Yokuşu esnafının sattığı ürün turistlerin ilgisini çekmiyor. Turistler, daha çok Ankara’nın ve Türkiye’nin özelliklerini anlatan hediyelik eşyalar ve antika alıyor. Bu gibi ürünler burada olmadığı için turistler alışveriş yapmıyor” diyor.
“İnsanlar ayakkabıları eskimesin diye altına kabara çakardı”
Başçı “Çocukluğum dönemimde bu çarşıdan geçen insanların hepsinin giysilerinde ve ayakkabılarında yama vardı” diyerek çocukluğundaki  Çıkrıkçılar Yokuşu’nu geçmişe duyduğu özlemi anarak anlatıyor:
“İnsanlar ayakkabıları eskimesin diye altına kabara çakardı. Halk, eski at arabaları ile bu yokuştan geçerdi. Aşağıda bir taksi durağı vardı. Duraktaki taksilerin hepsi Amerikan arabasıydı. Şimdi bir tane bulamazsınız. Bunların hepsi ortadan kalktı. Bunlar hem maddi hem manevi anlamda değişikliğe uğradı. Yukarda eski bir hanın üzerinde ‘Eser Sineması’ vardı. Rahmi Koç sinemayı restore etti. Televizyon olmadığı için özellikle yaz aylarında insanlar, Eser Sineması’na giderdi. Sinema saat 21.00’de başlardı. Geceleyin bütün çocuklar çekirdek satardık. İnsanlar yokuştan yavaş yavaş çıkarken çekirdeklerini alıp sinemaya giderdi. Teknolojik değişikliklerle yaşam da değişti. Artık her evde bir televizyon var.”
“Geleceğe miras olarak aktarılması gerekiyor”
Dünya’da ki şehirlere baktığınız zaman en eski yerlerin kültür odaklı merkezlerin olduğunu belirten Başçı, sözlerine şunları ekliyor:
“Çıkrıkçılar Yokuşu da bu şehrin en eski yerlerinden biridir. Otantik özellikler taşıyan yerlerin mutlaka korunması lazım. Geleceğe de miras olarak aktırılması gerekiyor. Objektif olarak baktığımız zaman Altındağ Belediyesi’nin buralara verdiği çok büyük destek var. Çok güzel yenileme çalışması yaptı. Kale ve Hamamönü çevresinde bunu görebilirsiniz. Burada Ankaralıların çoğunun bilmediği bir de Yahudi Mahallesi vardır. Mahalle de bir Sinagog bulunuyor. Zaman zaman sembolikte olsa ayin yapılır. Aldığımız duyumlara göre yakın zamanda Yahudi Mahallesi’nde de restorasyona başlanacak. Orada bitirildiği zaman Ankara için bir kazanç olacak.”
"Alışveriş merkezlerinin insanlar için yapıldığını düşünmüyorum"
30 yıl devlet memurluğu yaptıktan sonra emekli olan Banu Akkuzu, dokuz yıldır Çıkrıkçılar Yokuşu’nda esnaflık yapıyor. Akkuzu, “Uzun yıllar müfettişlik yaptım. Teftişteyken keçe ustası ile tanıştım. Ondan keçenin nasıl işlendiğini öğrendim. Emekli olunca da bir arkadaşım ile birlikte dükkân açtım. Esnaflar olarak aramızda ki ilişki çok iyi. Eski esnaflar, biz yeni esnaflara kucak açtı. Esnaflığı ilk başta bilmiyorduk, bize yardımcı oldular. Birbirimizin dükkânlarına sahip çıkarız” diyor. Çıkrıkçılar Yokuşu esnafı olarak en büyük sorunlarının ulaşım olduğuna dikkat çeken Akkuzu, “Yokuşa toplu taşıma araçları çıkmıyor. Dolayısıyla aracı olmayanların buraya çıkması zor oluyor. Güvenlik konusunda sıkıntı yaşıyoruz. Hava kararınca esnaf kepenk kapatıyor. El etek çekilince bizde yalnız kalıyoruz. Eskiden esnaf daha çoktu. Antikacılar vardı. Şimdi hepsi gitti. Sıradan alıp satan esnaflar kaldı” diyerek Çıkrıkçılar Yokuşu esnafı olarak yaşadıkları sıkıntıları ifade ediyor.
Alışveriş merkezlerinin insanlar için yapılmış olduğunu düşünmediğini söyleyen Akkuzu, “Alışveriş merkezlerinde tezgâhlar var insan ilişkileri yok. Bizim gibi dükkânlarda insanlarla ilişki var. Alışveriş merkezlerinde ürünü elleme gibi bir alışkanlık olduğu için biz bu durumdan çok sıkıntı çekiyoruz. Değişik bir kültür haline geldi, fütursuzca dolaşıp kimseyi görmeme alışkanlığı oluştu. Ben dükkândayım duruyorum mesela müşteri geliyor, kulağında telefon ile kapıdan giriyor, ürüne bakıyor ve çıkıyor. İnsan hiç tanımadığı bir insana bile ‘merhaba’ diyor. Ama alışveriş merkezlerindeki bu kültür buralara da yansıdı” ifadelerini kullanıyor.
Turist rehberleri, turlarla gelen turistlerin Ankara’da konaklamasına izin vermediklerini belirten Akkuzu, “Rehber, turistleri Anadolu Medeniyetler Müzesi’ne getiriyor. Kaleye çıkarıp belki bir yemek yediriyor. Daha sonra tura katılan turistleri ya Kapadokya’ya ya da Antalya’ya götürüyor. Konaklamalar ve alışveriş orada oluyor. Çıkrıkçılar Yokuşu’nda alışveriş yapmalarına izin vermiyor. Çünkü orada toptan satış olduğu için turist rehberleri bu satışlardan pay alıyor. Örneğin burada yüz liralık ürün satsa bir lira alacak. Orada yüz bin liralık sattığı için on bin lira kazanıyor. Bu yüzden burada alışveriş yaptırmıyorlar. Bizden ürün alan turistler, büyükelçiliklerin çalışanları  erbabı ve yabancı şirketlerin elemanları” şeklinde konuşuyor. Akkuzu, “Çıkrıkçılar Yokuşu’nun geleceğe bir miras olarak aktarılacağı konusunda kuşkularım var. Çünkü benim çocukluğumda ki gibi değil. Ankara’nın tek turistlik yeri burasıdır. Şu haliyle bile koruyabilsek iyi olacağını düşünüyorum” diyor.
KUTU BİLGİ
Çıkrık: İplik bükme, iplik sarma vb. işlerde kullanılan, el veya ayakla çevrilen dolap
Saraç: Koşum ve eyer takımları yapan veya satan kimse
Kavaf:  Ucuz, özenmeden ve bayağı cins ayakkabı, kemer, cüzdan yapan veya satan esnaf
Nalbant: Hayvanların ayağına nal çakan kimse
Ahilik: Eski Türk törelerine dayanan ve Anadolu’da yüksek bir gelişim gösteren esnaf, zanaatçı, çiftçi vb. bütün çalışma kollarını içine alan ocak
Kabara: Dayanıklılık sağlamak amacıyla ayakkabıların altına çakılan, yassı ve iri başlı demir çivi
Ahmet Başçı, çocukluğundan beri Çıkrıkçılar Yokuşu'nda esnaflık yapıyor.

Emekli olduktan sonra Çıkrıkçılar Yokuşu'nda dükkan açan Banu Akkuzu, dokuz yıldır esnaflık yapıyor.

























1 Nisan 2016 Cuma


“İdealist olmak her zaman iyidir”
İsmail Kemal Çiftçioğlu, yönetmenlik, senaristlik, görsel efekt ve oyunculuk gibi sinemanın farklı alanları ile ilgileniyor. Çiftçioğlu, “Çocukken babam bana Robocop, Batman ve Star Wars gibi filmleri izletirdi sinemaya olan ilgim böyle başladı” diyor.
Bülent KÜL 
Küçük yaşlarda sinemaya ilgi duyan İsmail Kemal Çiftçioğlu, başarılı iki çalışmaya imza atıyor. Çiftçioğlu, Eski Dünyanın Orduları adlı bilim kurgu filmini prodüksiyon ve sponsor desteği almadan çekiyor. Filmi çekerken çay tabağı, oyuncak tabanca, pizza kutusu gibi malzemelerden yararlanarak dekorlar yaptığını belirten Çiftçioğlu, bağımsız bir yapım olan Voidrunner bilgisayar oyununu da geliştirdiğini dile getiriyor. Bilim kurgu ve fantastik filmlerin, çok ciddi bir planlama üzerine kurularak çekildiğini söyleyen Çiftçioğlu, Türkiye'deki iki aylık bir ağa dizisi geliriyle Hollywood’a kafa tutabilecek görkemli yapımlar ortaya koyulacağını savunuyor. Çiftçioğlu ile sinema serüvenini konuştuk.
İsmail Kemal Çiftçioğlu kimdir?
Görsel Efekt, illüstrasyon, yönetmenlik ve oyun yapımı konusunda çalışmaları olan, ülkemizde yaratıcı işler yapmak isteyen bir genç diyelim. 29 yaşındayım ve post prodüksiyon sektöründeki 10. profesyonel yılımda oyun yapımına geçtim.​ Babamın ben daha ana sınıfına giden bir çocukken Robocop, Batman ve Star Wars gibi filmleri izletmesiyle sinemaya ilgim başladı.
Kısa film dalında bağımsız ilk Türk bilim kurgu filmi olan Eski Dünyanın Orduları filmini çektiniz. Böyle bir kısa film çekme fikri nasıl oluştu?
Aslında ilk bilim kurgu filmi değil. Reklam işleriyle ilgilenen bir arkadaşımızın yanlışlığı sonucu öyle yazıldı. Benim bildiğim ilk Türk bilim kurgu filmi Alican Serbest’in Hâkimiyet adlı kısa filmi. Ama Eski Dünyanın Orduları bu daldaki en uzun iş şu anda ülkemizde. Neden böyle bir film çektik? Çünkü değişik bir şeyler yapmak istedik. Ülkemizde kısa film denilince oluşan algıyı biraz kırmak ve gerçekten yaratıcı bir eser çıkarmak istedik. Elbette ilk planladığımız gibi sürüp bitmedi. Elimizdeki imkânlar ile elimizden geldiğince aklımızdakine uygun bir şeyler yaptık.
Eski Dünyanın Orduları'nı çekerken  ne gibi zorluklar yaşadınız?
Parasızlık çektik tabii ki. En önemli sıkıntı buydu. Sponsor almadık, alamadık, alamazdık ve bu tarz işler için alamayacağız da. Nedenlerini ileriki sorularda cevaplayacağım. Biz kendi işlerimiz ile uğraşırken bir yandan da bu filme para ayırıyor ve yediğimiz içtiğimizden kısıyorduk. Onun dışında zihniyetle de mücadele ettik diyebilirim. Siz oturup belirli bir derinliğe sahip bir film üretiyorsunuz, kendinizden bir şeyler katıyorsunuz, bunun için bir senenizi veriyorsunuz ve gazetede filminiz hakkında “İstanbul’a uzaylılar saldırıyor!” diye başlık atılıyor. Bu mudur yani? Sonra neden Türk bilim kurgu sineması  G.O.R.A. seviyesini geçemedi. Bu yüzden.
Türkiye bilim kurgu alınında neden geri kaldı?
İki nedeni var. Birincisi sinema sektörünün hiçbir yenilikten anlamayan, hatta yenilik istemeyen, sanatsal içeriğiyle alakası olmayan, tamamen tüccar zihniyetiyle davranan 7-8 tane kalantorun elinde olması. Bu işe yaramaz kalantorlar, en çok izlenen dizilerin yapımcıları, sinema sahipleri ve dağıtımcıları. Tüm sektör bunların elinde. Dolayısıyla bu adamlara yeni trendlerden, yeni teknolojilerden bahsedemiyorsunuz. Çok basitçe şöyle açıklayayım; ben bir işe üç koyup on almak varken niye senin kaliteli fantastik ve bilim kurgu işin için sekiz koyup on alayım diyor. Aslında sekiz koyacağı işten on değil 100 alacağını düşünemiyor. Çünkü dünyadaki popüler kültürün ne seviyeye geldiğini bilmiyor. İkincisi ise insanlarımız. Herhangi bir gazetenin teknoloji ve kültür sanat köşesindeki haberlerin altındaki yorumlara bakın. Teknolojiyi, yeni gelişmeleri, icatları, dünyada bulunan yeni keşifleri, yeni kültürel akımları nasıl karşıladığımıza, daha doğrusu nasıl karşılayamadığımıza, nasıl alay ettiğimize, nasıl kendimizi küçümsediğimize bakın. Zaten portre ortaya açık seçik çıkıyor. Eskiden hep bir deyiş vardı. “Bizde de para olsa bizim insanlarımız da Matrix yapar”. Hayır yapamaz. Bunu yapacak zekâsal gelişmeyi henüz başaramamış, o kültürel seviyeye çıkamamış ve elindeki tekniği nasıl kullanacağını bilmeyen bir topluluk ile Matrix’i değil, ancak Recep İvedik’i yaparsınız. Ha bu arada sektörde gayet para var. O ağa dizileri var ya... İşte onların sadece kanala olan kira bedeli 1 milyon TL gibi rakamlarla belirleniyor. Yani televizyon kanalı, yapım şirketine bölüm başına 1 milyon TL veriyor o diziyi kanalında yayınlamak için. Daha buna reklam gelirleri, sponsorluk antlaşmaları, yurtdışı dağıtım bedelleri vs. dahil değil. Bir bölümün maliyeti ise kabaca 300 bin TL falan. Karı siz düşünün. Buna diğer ek gelirleri de koyduğunuzda ve bir ayda dört bölüm yayınlandığını düşünürseniz ortaya korkunç rakamlar çıkıyor. Özet geçmek gerekirse iki aylık bir ağa dizisi geliriyle ülkemizde Hollywood’a kafa tutabilecek görkemli yapımlar yapılabilir. Ama yapılmıyor ve yapılmayacak da. Yapılanları da görüyoruz. Zihniyet sakat olduğu için para da koyulsa becerilemiyor.
Bilim kurgu filmi çekerken kamera arkasında yaşananları anlatır mısınız? Teknik açıdan alt yapının gelişmiş olması mı gerekiyor?
Teknik açıdan alt yapının gelişmiş olmasından çok her şeyin planlı bir şekilde çekilmesi gerekiyor. Diğer türlerde olduğu gibi “biz şimdi çekelim, sonra bunu montajda bir şekildi hallederiz” zihniyeti ile kurtarılamıyor sahneler. Mesela bir sahnede arka plana görsel efektli bir manzara gelecekse ve orada aktörler de olacaksa kamera açısının daha storyboard (resimli taslak) aşamasında ona göre tasarlanması gerekiyor. Senaryonun da çekim tekniğine göre güncellenmesi hatta ona göre yazılması gerekiyor. Kısaca bilim kurgu ve fantastik filmler, çok ciddi bir planlama üzerine kurulu. Teknik olarak çok kayda değer bir farkı yok oysa ki.
Voidrunner adlı bilgisayar oyununu yapma fikri aklınıza nereden geldi?
Aslında biz Eski Dünyanın Orduları’ndan sonra uzun metraj film projesine başladık. Bunu oldukça ileri bir seviyeye götürdük. Ülkemizin en önemli sanatçıları ile anlaştık, dünyanın önde gelen film stüdyolarında çekilmesi üzerine anlaşmalar yaptık. Lakin yukarıda anlattığım sebeplerden ötürü olmadı, olamadı. Biz de aklımızdaki hikâyeleri ülkemizdeki imkânlarımız neticesinde üç boyutlu etkileşimli bir ortam olan bilgisayar oyunlarıyla insanlara ulaştıralım dedik. Film projelerimizi tamamen rafa kaldırmadık tabi ki. Voidrunner’dan sonra eğer iyi bir ivme yakalayabilirsek oyun ve film işlerini eş zamanlı götürmeyi planlıyoruz. Ama planlarımızı, bu kokuşmuş düzen bu şekilde gittiği sürece büyük ihtimalle yurt dışında gerçekleştirebileceğiz korkarım ki.
Yeni oyun geliştiricilerine önerileriniz nelerdir? Türkiye’deki oyun sektörü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’deki oyun sektörü çok genç ve elbette sıkıntıları var ama kemikleşmiş sinema sektöründeki kadar geç kalınmış değil. Oyun sektörünün sinema sektörünü de geçen dünyanın en büyük ikinci sektörü olması nedeniyle özel sektörün da dikkatini nihayet çekmiş bir sektör. Devletin de genç oyun yapımcılarına destekleri önümüzdeki sene başlayacak diye biliyorum. Gençler bu konuda istekli ve yetenekli. Sadece çok çalışkan değiller. Daha fazla çalışmalılar. Yaratıcı bir şeyler yapmak isteyen insan, bunun için sabahlara kadar çalışmayı ve gerekirse birkaç tane arkadaşının doğum günü etkinliğini kaçırmayı kabul etmelidir.
Başka projelere imza atmayı düşünüyor musunuz?
Projelerimiz bilim kurgu, fantastik ve bu türlerin karışımından oluşan, insanları düşünmeye, yeni dünyaları keşfetmeye, yaşadığımız boyutun ötesini düşünmeye iten konularla alakalı olacaktır. Proje alanımız değişse de, temamız bu şekilde. Proje alanından kastım bu bir sinema filmi, dizi, bilgisayar oyunu veya VR (Sanal Gerçeklik) deneyimi hatta müzik albümü bile olabilir.
 Özellikle sinema sektöründe çalışmayı düşünen öğrencilere önerileriniz nelerdir?
İdealist olmak her zaman iyidir. Karşınıza çıkacak sorunlara da eminim göğsünüzü gererek karşı durmayı düşünüyorsunuz. Ama bir ordu komutanı gibi ne zaman geri çekilip ne zaman saldıracağınızı bilin. Karşılaşacağınız zorluklarla hiç uğraşmadan pes etmek ne kadar kötüyse, hiçbir stratejiniz olmadan inadına üzerine gitmek de bazen o kadar kötü olabilir. Önemli olan ülkenin değişen dinamiklerine ve sektörün bileşenlerine dikkat ederek oyunu kuralına göre oynamak.






20 Mart 2016 Pazar


Ankaralı öğrencilerin gözlemecisi Kırık Oklava
Kırık Oklava, Ankaralı öğrencilerin vazgeçilmez mekânları arasında olma özelliğini koruyor. 20 çeşit gözleme üretmesi ile Ankara dışında da tanınan Kırık Oklava’nın işletmecisi Fazıl Çelik, “Kırık Oklava, idealist gençliğin hamburger, pizza gibi fast food ürünlerine tepkisidir” dedi.
Bülent KÜL
Ankara’da öğrenci olup gözleme ve mantı yemek isteyen her öğrencinin uğradığı mekândır. Kırık Oklava. Fazıl Çelik ve çalışanlarının güler yüzü ile ağırlandığınız mekânda kendinizi evinizdeymiş gibi hissediyorsunuz. Gözlemenizi yerken Fazıl Abi’ye ait olan ve duvarda asılı duran özlü sözleri okumakta ayrı bir keyif veriyor.
Kırık Oklava’nın işletmecisi ve sahibi olan Fazıl Çelik, “Anadolu ve köy hayatından geliyorum. Annelerimiz hafta sonları mahallelerimizde gözleme yapardı. Bu kültürü yaşatmak istedim. Kırık Oklava’yı açtım. Şu an 23 çalışanım var. İşletmem 200 kişiyi birden ağırlayabiliyor” diyor.
“Öğrencilerin damak zevkine göre şekillendi”
Kırık Oklava’nın şekillenmesinde öğrencilerinin büyük payı olduğunu söyleyen Çelik, “Gözlemelerimizi ve mantımızı öğrenciler sevdi. Özellikle Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü öğrencilerinin ilgisi yoğundu. Öğrencilerin her söylediğini ciddiye aldım. Emri vaki veya nasihat etmeden bana ‘Fazıl Abi gözleme şöyle olsaydı ya da içinde şu da olsaydı’ gibi öneriler sundular. Hepsini dikkate aldım. Öğrencilerin damak zevkine göre şekillendirdim. Bu da Kırık Oklavayı Ankaralı öğrencilerin en sevdiği mekân haline getirdi. İdealist gençliğin hamburger, pizza gibi fast food ürünlerine tepkisidir Kırık Oklava” şeklinde konuştu.
“Hijyen konusuna dikkat ediyorum”
20 çeşit gözleme ürettiğini belirten Çelik, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Hamurda maya kullanmıyorum. Hamurumu Osmanlı usulüne göre ayran ile yoğuruyorum. Marketten alışveriş yapmıyorum. Ankara Hali'nden iki günde bir yüklüce malzeme gelir. Malzemeler tazeyken tüketilir. Malzemelerin bakteri üretmemesi için çalışanlara yarım saatte bir doğratırım. Örneğin doğradığınız bir domates yarım saati geçince bakteri üretir. İsterseniz buzdolabında muhafaza edin tazeliğini koruyamaz. Tükettiğiniz üründe bakteri oluşmuşsa mide yanması ve karın şişliği gibi rahatsızlıklara yol açar. Sağlık açısından işletmemde bu gibi hijyen konularına dikkat ediyorum. Öğrencilerim mutfağa girip denetleyebiliyorlar. Son çıkan kanunlara göre çalışanlara hijyen eğitimi verilmektedir. Tüm çalışanlarım hijyen eğitimi dalında diplomalarını aldılar.”
"Öğrencilerim okulu bitirdikten sonra Kırık Oklava’yı ziyarete geliyor" diyen Çelik, öğrencilerinin gittikleri her yerde kendisini anlattığını ve aileleri ile birlikte geldiğini belirtti. Üniversitelerin ve öğrencilerin kendisi için önemine değinen Çelik, “Üniversiteler ülkenin geleceği açısından önemlidir. Bugün ki üniversite gençliği daha temkinli, bilinçli ve yaratıcıdır” dedi.
Kırık Oklava'nın sahibi ve işletmecisi, Fazıl Çelik




15 Mart 2016 Salı


Ceylan, herkes için bir niyet çekiyor

Ceylan adını verdiği tavşanı ile sekiz yıldır Ankara sokaklarında niyetçilik yapan Ateş Şanlı, Ankaralıları şehrin stresinden uzaklaştırıp eğlendiriyor.

Bülent KÜL 
Kaybolmaya yüz tutmuş mesleklerden olan niyetçilik, içinde niyet, dilek veya mani yazılı olan küçük kağıt parçalarının eğitilmiş tavşana çektirme işi olarak biliniyor. Niyetçilik, pazar yerleri, kalabalık sokaklar, piknik alanları gibi mesire alanlarında yapılıyor. Her niyetçinin katlanıp açılabilen, farklı renkler ile süslenen bir tezgahı var. Tavşan tezgâha oturtuluyor, tezgâha gelen müşteri tavşanı sevip okşadıktan sonra ismini söylüyor. Tavşan bireyin niyetine göre renkli kâğıt parçalarından birini ağzı ile çekiyor, tavşanın seçtiği kâğıt parçasında yazılı olan müşterinin niyeti oluyor.
Evli ve üç çocuk babası olan Ateş Şanlı, sekiz yıldır Ankara sokaklarında Ceylan ismini verdiği tavşanı ile niyetçilik yaparak kazancını sağladığını ve ailesini geçindirdiğini söylüyor.
“Ceylan’ı insanlara alıştırıyorum”
Ateş, renkli tezgâhına oturttuğu Ceylan’ın eğitim sürecini, beslenme şeklini ve nerede barındırdığını şöyle anlatıyor:
“Tavşanlarım genellikle çifttir ve sürekli değişiyorlar. Ben yavrularını alıp küçüklükten besleyip yetiştiriyorum. Tavşanlarımı evimin bahçesinde onlar için ayırdığım bir alanda havuç, sebze ve yeşillik ile besliyorum. Ceylan’ı ilk önce insanlara alıştırdım. Evcil olmasını sağladım. Daha sonra tezgâhta oturtmaya alıştırdım. Çünkü akşama kadar sokaklardayız ve tezgâhta oturması gerekiyor. Son olarak niyetlerin yazılı olduğu kâğıt parçalarını çekmesini öğrettim.”
Tezgâha gelen müşterinin ismini söyledikten sonra Ceylan’ın o kişi için bir niyet çektiğini dile getiren Şanlı, “Ceylan niyeti çektikten sonra müşteri kendi kalbinden bir dilek tutup bir niyet de o çekiyor. Böylece müşteri hem merakını gideriyor hem de eğlenmiş oluyor” diyor.
Antalya, Alanya gibi Türkiye’nin farklı yerlerine giden Şanlı, gittiği yerlerde niyetçilik yapıyor. Ankara’da yaşayan insanların yüzde 80’nin kendisini tanıdığını anlatan Şanlı, “Sokaklardan gelip geçen insanlar Ankara’nın yerel halkı. Dolayısıyla beni tanıyorlar, daha önce benden niyet çeken kişiler. Ben de daha fazla kazanabilmek için farklı illere gidiyorum. Sabahtan akşama kadar çalıştıktan sonra gece otelde konaklıyorum” şeklinde konuşuyor. 
“Çocuklar daha çok ilgi gösteriyor”
“Ankara’da her kesimden insan niyet çekiyor” diyen Şanlı, “Çocukların ilgisi daha yoğun oluyor. Ceylan’ın sevimli olması dikkatlerini çekiyor. En çok hafta sonları ve Sıhhıye Pazarı’nın perşembe günü müşterilerinin yoğun olması kazancımı arttırıyor. Her ne kadar geçimimi sağlasa da düzenli aylıklı bir işimin olmasını isterim. Sabahtan akşama kadar bu tezgâhın başında beklemek zor iş. Her çeşit insan ile karşı karşıya geliyorsun. Kış aylarında ve yağmurlu günlerde şartlar daha da zorlaşıyor” diye konuşuyor. 
Ayaş’da oturan Şanlı, sabah saat 08.00'de Kızılay’a geliyor. Akşam 20.00’ye kadar bazen de gece 23.00’e kadar çalışan Şanlı, zabıtalarla yaşadığı sorunlara da dikkat çekiyor. Zabıtalar tarafından birçok kez tavşanına ve tezgâhına el konulduğunu söyleyen Şanlı, “Dilenmiyorum, hırsızlık yapmıyorum, niyetçilikle para kazanıyorum" diyor. 
Ateş Şanlı, 8 yıldır niyetçilik yaparak geçimini sağlıyor


Ateş Şanlı'nın Ceylan ismini verdiği tavşanı

14 Mart 2016 Pazartesi


El emeği ile dükkan sahibi oldu
Takı, çanta, şal gibi el emeği ürünlerini Ankara Kalesi’nde satmaya başlayan Ayşe Memur, satışlardan elde ettiği birikim ile küçük bir işletme açıyor. Turistlerin ürünlerine ilgi gösterdiğini dile getiren Memur, emeğinin karşılığını aldığını söylüyor.
Bülent KÜL 
Kadınlar, evde ürettikleri el emeği ürünlerini dışarıda satarak ekonomik özgürlüğüne kavuşuyor. Evde ürettikleri kıyafetleri, yemekleri ve takıları pazarlayarak değerlendiren kadınlar, ev ekonomisine de katkı sağlıyor. Ev kadınları, elde ettikleri birikim ile açtıkları işletmelerde ürünlerini satışa sunuyor. Ankara Kalesi’nde ürünlerini satarak küçük bir işletmenin sahibi olan Ayşe Memur, emeğinin karşılığını aldığını dile getiriyor. Küçük yaşlarda Malatya’dan Ankara’ya gelen Ayşe Memur, çocukluğunun Ankara Kalesi çevresinde geçtiğini söylüyor. Üç çocuk annesi olan Memur, Ankara Kalesi’ne çıkılan merdivenlerde sergi açarak ürünlerini satmaya başladığını belirtiyor. Memur, satışlardan elde ettiği birikim ile kalenin girişinde küçük bir işletme açıyor. Memur, eşi ile birlikte çalıştırdığı işletmede ürünlerini yapmaya devam ediyor.
Kolye, çanta, oya, eldiven, şal, patik gibi ürünler yapan Memur, “El yapımı bu ürünleri evde yapıyordum. Ankara Kalesi merdivenlerinde sergi açarak satmaya başladım. Satışlardan elde ettiğim birikim ile dükkân açtım. Eşim ile birlikte işletiyoruz. Takıların nasıl yapıldığını eşime de öğrettim. Artık eşim de takı yapıyor. Dükkânda yaptığımız yeni ürünleri satıyoruz” diyerek yaptığı işi anlatıyor.
“Turistler el işine ve emeğine önem veriyor”
10 ay önce açtıkları küçük dükkanda yaz aylarında kazançlarının arttığını ifade eden Memur, şöyle konuşuyor:
“Turistler, Ankara patlamasından sonra Türkiye’nin güvenli ülke olmadığını düşünüyor. Ankara Kalesi’ni ziyaret eden turist sayısı patlamadan sonra azaldı. Satışlarımız azalmaya başladı. Ürünlerime en çok ilgiyi turistler ve gençler gösteriyor. Turistler el işine ve emeğine önem veriyor. Yabancılar ile anlaşabiliyorum, kendimi onlara ifade edebilecek kadar İngilizce öğrendim. Turistler fazla ısrarı sevmiyor, hoşgörüyü çok seviyor. Dükkânımda onlara çay ikram ediyorum, hoşlarına gidiyor. Hediye paketi yaptığımız zaman seviniyorlar. Birlikte fotoğraf çektiriyoruz. Ankara’ya tekrar geldiklerinde bizi ziyaret ediyorlar.”
Memur, “Kızım üniversiteyi kazandıktan sonra ev işleri bana kaldı. Sabahtan akşama kadar burada çalışıyorum sonra ev işleri ile uğraşınca zor oluyor” diye konuşuyor. Ankara Kalesi’nde çalışmaktan memnun olduğu söyleyen Memur, “Ankara Kalesi’ni ziyaret etmek için Türkiye ve yurtdışından farklı farklı insanlar geliyor. Farklı insanlarla konuşmak ve tanışmak hoşuma gidiyor. Sattığım ürünlerden elde ettiğim kazanç ile emeğimin karşılığını alıyorum” ifadelerini kullanıyor.

 Memur, “Kale'nin merdivenlerinden satış yapan kadınlar kira ve vergi vermedikleri için ürünlerde indirim yapıyor. Ucuz olunca insanlar onlardan alıyor. Ürünler için fiyat belirliyoruz. Hepimiz aynı fiyata satsak sorun olmayacak ama uyarılarımızı dinlemeyip indirim yapıyorlar. Bu konuda anlaşamıyoruz” diye konuştu. Ankara Kalesi çevresinin ve yollarının düzenlenmesinin gelen ziyaretçiler için iyi olacağına dikkat çeken Memur, tarihi eserlerin bulunduğu kalenin bir kısmının kapalı olduğunu, o kısmın açılmasıyla turistlerin ilgisinin daha fazla olacağını düşünüyor.








16 Kasım 2015 Pazartesi



Engelleri aşan bir yaşam

Eren Kaya Aslan, kendi işyerinde geçirdiği elektrik kazası sonucu sağ kolunu ve sol bacağını kaybediyor. Kazada yüzde 80 engelli kalması da Aslan’ı hayattan koparmıyor ve işportacılık yaparak ailesinin geçimini sağlıyor.

Bülent KÜL

 Eren Kaya Aslan, 40 yaşında ve yüzde 80 engelli raporu var. Evli ve dört çocuk babası olan Aslan, 1994 yılında Mersin’de geçirdiği elektrik kazası sonucu sağ kolunu ve sol bacağını kaybediyor. Talihsizlikler Eren Kaya Aslan ve ailesinin peşini bırakmıyor. Kazadan sonra toparlanamayan Aslan'ın beş yaşındaki oğlu lösemi hastalığına yakalanıyor. Oğlunun tedavisi için Ankara’ya gelip gitmek zorunda kalan Aslan ailesi, maddi ve manevi anlamda yıpranıyor. Tedavinin sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmesi için Ankara’ya taşınıyor. Aslan, oğlunun sağlığına kavuşması için elinden geleni yapıyor ancak oğlunu kaybediyor.

Yüzde 80 engelli bir birey olarak yaşamanın kendisini etkilemediğini söyleyen Eren Kaya Aslan, “Oğlumu kaybettikten sonra hayata dair ümitlerimi kaybettim” diyor. Aslan, oğullarını kaybettikten sonra eşinin psikolojik sorunlar yaşadığını söylüyor. Eşinin tedavisi için tekrar Mersin’e dönemeyen Aslan ailesi Ankara’ya yerleşiyor.  Sekiz yıldır Ankara’da hayat mücadelesi veren Aslan ve ailesi kıt kanat geçiniyorlar. Duyarlı ve iyi niyetli insanların kendilerine yardımcı olduklarını dile getiren Aslan, “Onlar sayesinde geçiniyoruz” diyor.
Her sabah saat 06.00 da metro ile Sıhhıye’ye geldiğini belirten Aslan, yaşadıklarını  şöyle anlattıyor:
“Satacağım eşyaları sırt çantama dolduruyorum. Gelen ilk metroya yetişmeye çalışıyorum, erken saatlerde Sıhhıye’de olabilmek için. Yolculuk esnasında iyi davranıp yer veren insanlar olduğu gibi bilinçsiz insanlarda var.  Sıhhıye’de belli bir süre durduktan sonra Kızılay’a geliyorum. Bazen zabıtalar sorun çıkarıp satış yapmamı engelliyor.”
“İnsanlar emeğime saygı gösteriyor”
Mendil, çakmak, kalem gibi ürünler satan Aslan, “Emeğime insanlar saygı gösteriyor. Kolay para kazanmak için dilenmiyorum.  Emek harcıyorum. Dilenenler kolay para kazanmanın peşindeler. Sekiz senedir bu şekilde çalışıp para kazanıyorum” dedi. Engelli bireyler olarak devlet yetkililerinden samimiyet beklediklerini dillendiren Aslan, “Eğitim, sağlık ve konaklama gibi temel ihtiyaçlarımızı karşılayacak kadar maddi destek istiyoruz. Engelli bireyler olarak çeşitli alanlarda yeteneklerimiz var. Kamu kurumları, vakıf gibi yerlerde iş sahibi olabiliriz. Sekiz yıldır bu betonun üstünde oturarak para kazanmaya çalışıyorum. Bu şartlar benim için uygun değil” diye konuştu. Basit, küçük şeylerle mutlu olabilen insanlarız diyen Aslan, engelli bir birey olarak doğayı ve kâinatı çok sevdiğini bunun da kendisini hayata bağladığını söylüyor.


8 Haziran 2015 Pazartesi


Ulus Hali’nin halleri

Taze meyve, sebze ve balık gibi gıdaların satıldığı Ulus Hali, eski canlılığını korumuyor. Ulus’un eski günlerine özlem duyan Ulus Hali esnafı, Ulus Hali’nin eskisi gibi uğrak yeri olmadığından şikâyetçi.

Bülent KÜL

Ulus Hali, Ulus’a giden herkesin uğradığı mekânlardandır. Esnafın birbiriyle olan diyaloğu, farklı ürünlerin sergilendiği tezgâhlar ve müşterilerin hareketliliği sizi Ulus Hali’ne çeker. “Bir bakayım çıkarım” diye girersiniz ancak esnafın sıcak tavırları, misafirperverliği ve halin canlılığı saatlerinizi alabilir. Eskiden Ankara’nın merkezi konumunda olan Ulus’un önemini kaybetmesiyle Ulus Hali’ne olan ilgi de azalıyor. Ulus Hali’nde senelerdir esnaflık yapan Vedat Alpay, Oktay Koyuncu ve Ersin Çakıroğlu marketlerin, alışverişlerin merkezlerin açılması ve merkezin Kızılay’a kayması ile Ulus Hali’ne olan ilginin azaldığını söylüyor.

15 yaşından beri Ulus Hali’nde esnaflık yaptığını söyleyen Vedat Alpay, baba mesleğini devam ettirdiğini belirtiyor. Ulus Hali’nin eskiden müşterilerin en çok alışveriş yaptığı mekânlardan biri olduğunu ifade eden Alpay, günümüzde marketlerin ve alışveriş merkezlerinin açılmasıyla halin önemini kaybettiğini söylüyor.
“Esnaflarla aramızda saygı ve sevgi vardır”
Günlük taze gelen balıkları satan Alpay, müşterinin balıktan anlamamasından dolayı aralarında zaman zaman sorun yaşadıklarını dile getiriyor. “Müşteriyi memnun edebilmek için elimizden geleni yapıyoruz” diyen Alpay, esnaflarla aramızda sevgi ve saygı çerçevesinde bir ilişki vardır diyor. Sabah 08.00’de işe başlayıp akşam 20.00’de evine dönen Alpay, esnaflık yaparak elde ettiği gelir ile geçimini sağladığını ifade ediyor.  
Esnaflığın baba mesleği olduğunu kaydeden Oktay Koyuncu, 19 yıldır Ulus Hali’nde esnaflık yapıyor. Günlük taze gelen sebze, meyve ve balıkların müşteriyi Ulus Hali’ne çektiğini belirten Koyuncu, ürünler pahalı olduğu zaman müşterilerle sıkıntı yaşadıklarını söylüyor. Esnafla aralarındaki ilişkinin çok iyi olduğuna dikkat çeken Koyuncu, "birbirimizi  idare ediyoruz" diyor.
 “Müşteri dilediği gibi alışveriş yapıyor”
“Eskiden esnaf ile müşterinin pek anlaşamıyordu” diyen Koyuncu, sözlerine şöyle devam etti:
“Müşteri sebzeyi, meyveyi seçerek aldığı zaman esnaf kızardı. Tezgâhlar eskiden öne doğru çıkardı. Müşterinin rahat hareket etmesini engellerdi. Şimdilerde böyle bir durum yok. Müşteri dilediği gibi alışveriş yapıyor.”
Alışveriş merkezlerin açılması ve merkezin Kızılay’a kaymasıyla birlikte Ulus Hali’nin önemini kaybetmesinden şikâyetçi olan Koyuncu, esnaflık yaparak kazandığı gelir ile hayatını idame ettiriyor.
“Müzisyen olmak isterdim”
Ulus Hali’nin eski bereket ve kısmetini kaybetmesinden dolayı duyduğu üzüntüyü ifade eden Ersin Çakıroğlu, 40 yıldır Ulus Hali’nde esnaflık yapıyor. Küçük esnafın ayakta zor durduğunu söyleyen Çakıroğlu, işlerin zayıfladığını söylüyor. Vatandaşın maddi sıkıntıda olduğunu kaydeden Çakıroğlu, şöyle konuştu:
“Müşteri, alacağı ürünü beğeniyor ama bütçesi elvermediği için alamıyor. Müşteriyi velinimetim olarak görüyorum. 40 yıldır müşteri ile aram iyidir. Her yerde marketlerin açılmasından dolayı Ulus Hali önemini kaybetti.”
Esnaflık yaparak elde ettiği gelirin kendisine yettiğini belirten Çakıroğlu, gitar çaldığım için müzisyen olmak isterdim diyor.

       19 yıldır esnaflık yapan Oktay Koyuncu, baba mesleğini devam
ettiriyor

40 yıldır esnaflık yapan Ersin Çakıroğlu, gitar çaldığım için
müzisyen olmak isterdim diyor

                                     
Vedat Alpay, 15 yaşından beri esnaflık yapıyor